5 Kasım 2013 Salı

Peyami SAFA/ FATİH-HARBİYE Kitap Analizi


    ‘..para mara boş laf! Saadet başka şey’

Cumhuriyet döneminden bu yana bizlere Doğu-Batı çatışmasını en iyi şekilde yansıtan yazarlarımızdan birisi olan Peyami Safa Fatih-Harbiye’de de bize bunu en açık şekliyle sunmuştur.  Romanın en önemli kişisi ve olay örgüsü Neriman üzerinden
şekillenir. Neriman, Fatih’te yaşayan bir ailenin muhafazakâr kızı olarak burada yaşamını sürdürmek istemiyordur, Baloların, eğlencelerin ve hareketli alafranga hayatların olduğu Harbiye’de yaşamayı ister. Neriman’ın özünde muhafazakâr bir yaşam tarzı olsa da iki medeniyet arasında kalmaktadır ve bir türlü herhangi birinden yana tavır koyamaması, içinde gel gitler yaşamasına özellikle romanın başlarında içinde yaşadığı evden, bulunduğu çevresinden, okuduğu okuldan nefret etmesine neden olmuştur. Darül elhan'da ud çalan Neriman, romanın başlarında şöyle diyerek bulunduğu ruh halini en iyi şekilde yansıtmaktadır bizlere;

‘’Öf... Bu elimdeki ud da sinirime dokunuyor, kıracağım geliyor ... Bunu benim elime nereden musallat ettiler? Evdeki hey hey yetmiyormuş gibi bir de Darül elhan ... Şu alaturka musikiyi kaldıracaklar mı ne yapacaklar? Yapsalar da ben de kurtulsam. Hep ailenin tesiri Babam, şark terbiyesi almış. Ney çalar, akrabam öyle... Darül elhan'dan çıkacağım, yahut alafranga kısmına gireceğim... Kendimden nefret ediyorum. Oturduğum mahalle, oturduğum ev, konuştuğum adamlar çoğu sinirime dokunuyor...’’

Yanlış batılılaşmayı, şark-garp çatışmasını ele aldığımız bu romanda dönemin kadınlarının betimlemesini Neriman üzerinden görebiliyoruz aslında . Peyami Safa dönemin doğu batı çatışmasına işaret ederken aynı zamanda geleneğe ve geçmişe bağlı olunması gerektiğini de bir yandan bizlere hissettirmektedir. Bu, romanın başında Neriman’ın geçmiş halini betimlerken kullandığı cümlelerden anlaşılmaktadır, mesela bunu açıkça görebileceğimiz bir alıntı vermem gerekirse;

‘’Aslında Neriman, geçmişinde böyle değildi. “Siyah saten gömlekli, siyah başörtülü kız, o vakit böyle koşmazdı. Liseden çıkar ve Süleymaniye'nin köşesinde görünürdü. Yolunda çantası, başı önüne eğilmiş, gözlerinde korku ve dudaklarında tebessüm, Şinasi'nin yaklaşğını görünce korkusu giden ve sevinci artan gözleriyle yere bakar, hafifçe kızarırdı. Sonra yan yana hiç konuşmadan epey yürürler ve buluşmanın ilk zevkini bu sükut içinde daha çok hissederlerdi…’’

Peki ama Neriman’ı etkileyen neydi? Bize betimlenenden çok farklı bir Neriman vardı karşımızda, Şinasi’den duyduğumuz ‘sen eskiden böyle değildin’ sözleri ise cabası..
Daha  romanın ilk sayfalarında Neriman’ın isyanlarını, hassasiyetini sezebiliyoruz. Bulunduğu ortamdan öylesine bunalmıştı ki ilerleyen sayfalarda en yakınındaki insanlardan bile uzaklaşmayı düşünür hale gelmişti. Kaç yıldır yanında olduğu çok sevdiği Şinasi bile artık uzaktır kendisine anlamadığını düşünür onu, peki ama neden? Hani derler ya sahip olmadıklarımız bize her zaman sahip olduklarımızdan daha çekici gelir diye, o geldi benim aklıma ilk olarak. Yaşayamadığı hayat, daha doğrusu Batı’nın hayatı ona daha medeni, daha çekici daha tertipli gelmiştir. Balolar, eğlenceler, gezmeler onu içine almış kendi dünyasındaki detayların önüne bir perde olmuştur adeta. Çevresindeki sanatı, sevgiyi,samimiyeti göremez hale gelmiştir. Öylesine bir hayranlık besliyordur ki arkadaşı Macit’in yaşadığı hayata şu sözlerle içinde bulundu
ğu durumu ifade eder,

‘’Dün Tünel'den Galatasaray'a kadar dükkânlara baktım. Esnaf bile zevk sahibi. İnsan bir bahçede geziniyormuş gibi oluyor. Her camekân bir çiçek gibi... Sonra halkı da bambaşka. Dönüp bakmazlar, yürümesini giyinmesini bilirler. Her şeyi bilirler canım..’’

Ne kadar da acı değil mi? İnsanın bulunduğu çevreyi benimsemiş olduğu değerleri bu kadar bilinçsizce aşağılayabiliyor olması, Halbu ki Neriman’ın yaşadığı ortam şark’ın kendisi bile değil. Şuan şark dediğimiz şey yani doğu, keşke Neriman’ın utandığı, istemediği şark gibi olsa… Oradaki insanlar bırak ud çalmayı, konservatuara gitmeyi, köylerine ilk okullar yaptırmak için olağanca gücüyle uğraşıyorlar.
 Buraları okurken Neriman’a kızmadım dersem yalan söylemiş olurum, öylesine kızdım ki hem bu kadar zeki tasvir edilen birinin, nasıl böylesine aptalca bir yanılgıya düştüğünü düşündüm.
Ama daha sonra dönemi düşündüğümde yani
Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanında yer verdiği Neriman, 1920-1960’lı yıllarda yaşamış, Cumhuriyet döneminin sosyal yapısı içinde şekillenmiş geleneksel kadın tiplemesiydi. Bunları da göz önüne alınca Neriman’a biraz fazla yüklendiğimi fark ettim.
Peki Neriman hep böyle mi sürdürdü isteklerini? Tabi ki hayır Neriman’a en büyük katkısı bana göre
Şinasi oldu. Romanda Neriman’ın tekrar özüne dönmesinde en büyük rolü üstlenen kişi olmuştur; çünkü, Neriman’ın tekrar özüne dönmesinde Şinasi’nin romandaki şarklı, öz değerlerini koruyan, geleneğine ve kültürüne sahip çıkan duruşunun payı büyüktür. Ya Neriman’a olan sevgisinden dolayı değerlerini kaybetseydi? Ya da tam tersine değerlerine fazlaca önem verip Neriman’a karşı tamamen sert bir tavır takınsaydı? Şinasi tam kararında kararlar vererek Neriman’a ne zaman yardımcı olabileceğini ayarlama yoluna koyularak en doğru olanı yaptı. Aslında Peyami Safa’nın Neriman ve Şinasi’yi böyle hatlarla ayırmaktaki amacı bence şudur ki; Neriman’ın yaşadığı gel gitlere karşılık Şinasi çizgisinden hiç çıkmamıştır, Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar hiçbir gel git yaşamamış hep değerlerini koruyan bir portre çizmiştir yani bence Şinasi burada şark hayatının simgesi olmuştur. Şüphesiz ki romandaki diğer karakterlerde romanda iyi bir analiz ister ama benim hayran kaldığım ve altını çizdiğim noktalardan birisi Neriman’ın babası Faiz bey olmuştur, özellikle de doğulu bir baba olmasına rağmen açıkça görülmektedir.  Kızındaki ani değişimlerin farkındadır fakat ona duyduğu sevgiden dolayı onu kırmamakta, bütün isteklerini yerine getirmek için her türlü fedakârlığı yapmaktadır;

Faiz Bey de Neriman da hala tatmin olunmamı
ş bir iştiyak seziyor ve anlamıyor, kendi kendine düşünüyordu: “Ne istiyor? Baloya gitmekten başka bir arzusu mu var? Bu semtte oturmak arzu etmiyor mu? Şinasi'den başka birine mi temayülü var? Kim olsa gerek bu? Şinasi bilir mi acaba? Ne düşünüyor o? Bana niçin bir şey söylemiyor? İkisi de bana ehemmiyet vermiyorlar mı? Benim aleyhimde mi düşünüyorlar? Ben onlara karşı vazifemi yapmıyor
muyum?

Benim için asıl can alıcı nokta bir baba olarak Faiz beyin kızına bir arkadaşmışcasına yaklaşması ve aralarında yaş farkı dönem farkı olmasına rağmen kızını anlamaya çalışıp onunla tartışabilmesidir, ve benim için kitapta en anlamlı sözlerde gene Faiz bey’e aittir, Oda şudur ki;

‘’Kimi adam vardır ki sabahtan akşama kadar oturur ve düşünür. Onun bir hazine-i efkarı vardır, yani fikir cihetinden zengindir; kimi adam da vardır ki sabahtan akşama kadar ayak üstü çalışır, mesela bir rençber; fakat yaptığı iş dört tuğlayı üst üste koymaktan ibarettir. Evvelki insan tenbel görünür velakin çalışkandır, diğer insan çalışkan görünür velakin yaptığı iş sudandır. Zira birisi maneviyat ile, zihin gayretiyle yapılan iştir; öbürü vücut ile, bedenle yapılan iştir. Maneviyat daima daha alidir. Vücut sefildir. Yapılan işlerin farkı da bundandır… Zevahire niçin aldanıyorsun? Sadece gece gündüz dazıra dazır koşmak mı çalışmaktır?”

Fatih Harbiye romanı sosyolojik anlamda incelenmek istenirse de  romanda belirgin bir
şekilde daha öncede söylediğim gibi Doğu-Batı çatışması ön plana çıkar; çünkü romanın esas konusu karakterler üzerinden Doğu-Batı, eski-yeni, Şark- Garp çatışması vardır ve bunlar üzerinde gelişir.Yazar her fırsatta bunu bize yineleyerek gösterir.
Ama edebi anlamda incelemek istersem en azından benim için biraz zayıf  anlatım hakimdi, Çünkü romanda bir anda kararından vazgeçen düşüncesini yitiren karakteri pek hoş karşılayamam doğrusu. Çünkü romana ilk başladığımda Neriman’ın Şinasi’yi terk edeceğinden neredeyse emindim, üstelik sevgisinden kendi bile emin değildi ama biraz vakit geçtikten sonra daha Neriman’ın ne hissettiğini Şinasiye karşı tavrını duygularını anlayamadan vazgeçiyordu tüm düşüncelerinden ve eski Neriman olacağını söylüyordu. Biraz yetersiz kalmış burada Peyami Safa’nın Neriman betimlemesi bence. Onun dışında roman bize dönemin sorunlarından biri olan Doğu-Batı çatışmasını oldukça açık bir biçimde aktarmış. Başka kültürlerin etkisi, ve bu etkiler yüzünden ortaya çıkan sorunlar tıpkı diğer romanlarımız gibi burada da belirlenen 2 ana karakter etrafında şekillenerek önümüze sunulmuş.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Beyaz Zambaklar Ülkesinde'ye kısacık eleştirim..

                                                            

     …sen Tanrı olmadığın gibi Tanrı’da sen değildir.                                             
                      Tanrı’nın ve senin savaşma tarzı, hedefleri,duyguları aynı değildir..

Mene Tekel Peres’ diyerek karşılıyor beni Petrov. Özellikle vurguluyor ‘Düşüncesiz Olmayın!’ diyerek, kitap bir solukta bitecek ama sen sürekli düşüneceksin diye ikaz ediyor beni. Öylesine bir anlatıma sahip ki o kadar çok bilgiyi nasıl bir anda yükleyebildim zihnime bende anlamış değilim. Kah üzüldüm, kah umutlandım, kah lanet ettim ama bir kez daha öğrendim her satırda durup bir kez daha düşündüm. Haklıydı Petrov düşüncesiz olamazdım. Ben insanım yaratılmış her canlıdan daha üstünüm düşünmek benim işim, bana özgü bunu değerlendirmeliyim. Ve bir kez daha teşekkürler Petrov unuttuğumuz değerleri bizlere hatırlattığın için.

İncelediğimiz kitap ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’. Sizlere analiz ettiğim birkaç notu aktarmak istiyorum. Kitabı bitirdiğimde ki düşüncelerimi, okurken ki hislerimi ve altını çizdiğim notlarımı.. Mene Tekel Peres.. Öylesine bir hisle başlattı ki bu söz beni kitaba merakla çevirdim her sayfasını çevirdikçe bir şeyler takıldı aklıma mesela, Snelman’ın bir sözü ki 1800lü yıllarda söylemiş olmasına rağmen hala doğruluğunu kanıtlayabiliyoruz ; Aydın olmak modaya uygun elbiseler giymek yada kolalı ve modern şapka takmak değildir. Ne kadar da haklı, 19ncu yüzyılda söylenmiş bir sözü 21yüzyılda da sizlere sunabilirim. Hani derler ya sonradan görme diye bizde birazda onları anımsattı bana, toplumumuzda kendine alakasız bir kartvizit oluşturmuş , bilgisi sadece kendine yetecek insanlar fazlasıyla mevcut ama çevrelerinden birazcık uzaklaşsak belki de bir apartman ötelerine yada bir mahalle gerisine gitsek seviye fazlasıyla değişiktir. Peki mum dediğin çevresine ışık saçmaz mı?
Eğer ortada bir yanlış varsa kökene inmemiz gerekir. Hele ki bu kitabı inceliyorsak çok kapsamlı bakmamız her ayrıntıyı incelemeliyiz. Çünkü burada toplumu ele alıyoruz, o halde toplumu bir çiçek gibi incelemeliyiz, önce tohuma sonra fidana sonra yapraklara sonra dikenine en nihayetinde çiçeğine bakmalıyız..
Aile diyor Snelman, Aile en büyük problem Finlandiya’da. Aslında sadece orada değil her toplumda aile en büyük problem çünkü toplumumuz çiçekse, ailemizde tohum bu durumda..
Hemen hemen her toplumda büyük kitleyi çocuklar-gençler oluşturuyor ve toplumda şikayetlerini onların üzerinden sürdürüyor. Hapislerde ki çocuklardan, hırsızlık yaptı, onu öldürdü, eroin kullandı diye gidiyor hayıflanmalar.. Peki nasıl açıklamalı bu durumu? Snelman’ın açıklamasını direk aktarmak istiyorum;


‘Anne-babalar çocuklariyla hiç ilgilenmezler. Ara sira onlara sekerleme ve oyuncak almaktan öteye bir is yapmazlar. Bu durum karsisinda çocugun akli, fikri, ruhu islenmemis bir tarla gibi kalir. Buraya yararli hiçbir sey ekilmis olmaz. Anne-babalar çocuklara “yalan söyleme,yaramazlik yapma,bu hareket kötüdür, nefret uyandirir, günahtir,” gibi nasihatlerde bulunurlar, ama nasihatleri veren kisiler birbirlerini aldatirlar. Onlarin yaninda öyle davraniniz ki sizin meziyetlerinizi bizzat görerek sizi sevmeye baslasinlar’

Gençleri suçlarlar her zaman, dikkat edin anne babalara yada topluma hep bir şikayet söz konusu, peki düşünülüyor mu gençleri böyle yapan nedir, onları yanlışa iten nedir? Sanırım Snelman yukardaki alıntıda buna en güzel cevabı vermiştir.
Gerçektende kitabı okudukça her defasında ne kadar doğru diye tekrarladığımı fark ettim her bölümde bir pay çıkarttım günümüzden, ilgisiz anne-baba örneği o kadar çok ki çevremde. Hatta sizde hak vereceksiniz bana; Annelerin çoğu ev hanımı çocuk henüz bebekken bile (1-2 yaş) çocuğuyla ilgilenmek yerine ona bir şeyler öğretmek yerine önüne oyuncakları döküp hemen boş kutuya (televizyona) yöneliyor. Aslında şu sıralar gelişen teknolojimizle daha çok bilgisayarlara yöneliyorlar. Snelman’da buna benzer açıklamalar yapmıştı ama ben kitaptan alıntıya değil kendi gözlemlerime yer vermek istiyorum. Bilinçsizce yapılan evlilikler henüz kendisi yetkinliğe erişememiş insanların evliliğinden doğan bebekler de bilinçsizce yetiştiriliyor. Bu tür ailelerin olduğu toplumda bozukluklar olması şaşırtıcı olmasa gerek..


Kitapta özellikle bir nokta var ki şikayet eden ailelere verilecek en güzel cevap
‘ Ya sizler en başında onların (çocukların) kanatlarını kırdıysanız?’

Kitap genel olarak bu şekilde açıklayarak gayet iyi bir şekilde aksayan yönleri nasıl çözümleyebiliriz’e cevap veriyor. Geçim sıkıntısı çekilen, eğitim seviyesi düşük, yaşam kalitesi kötü olan toplumlar nasıl kalkındırılmalı, yada dediğim gibi aksak yönler nasıl giderilmeli tüm detaylarıyla anlatılmış. Benim ilgimi çeken bir önemli kısımda Karokep’le tanıştığım bölüm oldu. Dışarıdan baktığımızda insanları yargılamak ne kadar kolay değil mi? Bir hırsız görsek ona öfkemizi kusarız, yada bir katile lanetler yağdırırız. Tabi ki hiçbir gerekçe onların kötü olmasını gerektirmez ama belki bazı gerekçeler bizim onları anlayabilmemize yardımcı olabilir. Bunu bir kez daha gördüm Johan Karokep’in hikayesini okuduğumda. Detaylara girmeden bir kısmı aktaracağım etkilendiğim;
Sizi öldürmek istiyordum şimdi söyleyin bana Hıristiyan papaz kendi katiline ne yapar?
Öylesine anlamlar var ki aslında bu bölümde keşke hepsini aktarabilsem ama kısaca değinirsem toplumca katil, hırsız,kötü olarak bilinen Johan’ın yüreğini görebiliyoruz bu bölümde. Yoksa hangi kötü insan öldürmek istediği insana bu soruyu sorabilir? Söyler misiniz kim isteyerek kötü olmayı seçer? Kim kötü olmak ister? Hepimiz bir’iz oysa ki siz ister misiniz? Ben neden isteyeyim ki, o neden istesin ki? İşte tüm bunları düşünüyoruz ve bir kez daha iyi olmanın sonuçlarını tartıyoruz ister istemez. Bir an kitabın içine girip o papazın boynuna sarılmak isterken buldum kendimi ne yalan söyleyeyim, böylesine merhamet dolu olsa herkes bir toplulukta nasıl kötü olabilir ki? Bu güzel yürek olsa her yerde kötüden nasıl söz edilebilir ki..
Johan’ın olduğu bölümde bir şeye daha değinmek isterim, gezici kütüphanelerden bahsediyor Petrov burada hemen aklıma ‘
Eşekli Kütüphaneci Mustafa Dede’ geldi.Bilmem bilir misiniz kendisini.. 1943 yılında kütüphane de memur olarak çalışan ve Eşeğiyle köy köy gezerek insanları okumaya teşvik etmiş güzel insanlarımızdan birisidir. Burada her iki örneğe de baktığımda hatta kitabı tamamen bitirdiğimde de tek bir ortak nokta çıkartıyorum çözüm olarak; Merak..
İnsanlarımız merak etmiyor, içlerinde bir öğrenme sevgisi yok. Gerek Finlandiya da olsun gerekse bizim ülkemizde. Bir toplumun kültür seviyesini yada yaşam standardını belirleyen şey eğitim durumu yani aldığı diplomalar değildir bana göre, merakı öğrenme isteğidir. Bir toplumda ne kadar çok insan merak ederse ne kadar çok insan öğrenme isteğiyle doluysa o kadar ilerler o kadar seviyesini yükseltebilir. İlk verdiğim örneği düşünürsek ben dünyanın en iyi sosyoloğu da olsam içimde bir merak yoksa, çevreme bilgi veremiyorsam aktaramıyorsam çevremde beni bilgi almak için alıkoyan insanlar yoksa ne faydası olur ki en iyi olmamın. İşte tüm bunları o kadar güzel anlatmış ki Petrov, her sayfasında düşünüyor insan acaba ben ne yapabilirim diye, ben küçücük bir cevap buldum bile kendime. Yetinmemeliyim, insan bilgi okyanusunda bir damla su buldum diye nasıl yetinebilir, akıl almaz bir şey bu. Evren keşfedilmek için duruyor işte, ve önümüzde bir hayat var nasıl bundan habersiz kalıp sadece ihtiyaçlarımızı karşılayarak devam edebiliriz ki hayata çok garip. Bunu anlatmalıyız bizde çevremize, en profesyonellere bile ben en iyi sosyolog olsam ve hala toplumumda aksaklıklar söz konusuyla bununla övünemem bile, koca bir safsatadan başka bir şey olmaz yaptığım. En iyiyim ama toplumun aksak yanlarından bana ne? Ben kendi işime bakarım? Bu mu yani? Böyle mi devam etmeliyiz? Eğer böyle devam edersek sonumuz ne yazık ki pek parlak olamaz. Daima en ileriye gitmeli ve yanımızda da başka beyinleri götürmeliyiz, aynı şekilde başka yerleri de merak edip başka beyinlerin bizi götürmesini istemeliyiz bunun için çabalamalıyız.

‘Milyonlarca halk hayvan gibi yaşıyor.. Kirli ve pasaklılar, aptallar. Tek düşünceleri var ; o da midelerini doldurmak…’
Bir bakın ülkemize tanıdık yüzler görmüyor musunuz zihninizde? Çok uzaklara gitmemize gerek bile yok Ankara da hemen ilerimizde Ankara kalesinin etrafına bir göz atın, üstü başı kir pas içinde çocuklar, yırtık kazaklarla gezen ayağında terlikle kadınlar göbeği dışına sarkmış atletli kirli yüzlü adamlar göremez misiniz? Bu kadın ve adam aptal olabilir mi? Hani belki doğuştan bir zihin hastalığı vardır? Elbette bu da olabilir, ama hepimiz biliyoruz ki çok sağlıklıları da var içlerinde peki ya durumları neden öyle? Neden kendilerine çeki düzen vermiyorlar? Yanlarında yetişen çocuklar birkaç yıl sonra bu toplumun parçası olmayacaklar mı? Şuan sadece kadın ve adam bile toplumun bir parçasıyken toplumu dibe doğru çekerken birde çocukları eklenecek peki buna nasıl izin verebiliyoruz? Sadece bahsettiğim yerde değil ne yazık ki ülkemizin hemen hemen her köşesinde bu ve daha kötü durumda aileler görebiliriz. Peki söyler misiniz nasıl içimiz rahat uyuduk bunca zaman, bundan sonrada uyuyacağız en fazla 1 hafta daha aklımızda olacak bu tür insanlar sonra geri eski yaşamımıza döneceğiz.
 İşte bu yüzden kızıyor Snelman hem kendi halkına hemde okuyan tüm insanlara
‘Ülkede ne kadar cahil, tembel, katil, hırsız var bir sayın. Çocukluk ve gençlik yıllarında doğru eğitilselerdi çoğu vatanına faydalı insanlar olurdu’ diyor.
Siz alınmıyor musunuz üzerinize ben okudukça her satırı daha çok kızarıyorum suçluluk duygusuyla, sadece bu kitabı okuduğum andan itibaren olan bir şey değil bu.
2010 yılından bu yana yaşadığım bir şey aslında. Tanıdığım o kadar çok insan var ki kötü olmak istemeyen ve bataklıktan çıkmak için çırpınan ama ellerinden tutan kimse yok. Tam tersine onları yargılayan damgalayan insanlar çok daha fazla. Böyle bir toplumda kötünün yok olmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Evet eğitim alıyoruz ve bizler toplumun aksayan yönlerini bulup onarmalıyız, peki bu sadece bizimle olabilir bir şey mi? Eğer sadece bizimle olsaydı bizden öncekiler çoktan halledemez miydi? Tabi ki halledebilirlerdi kitapta her bölümde parça parça sorunları görüyoruz ve hepsinin altında öznellik yatıyor, yani herkes aslında tek başına hareket etmeli yani demek istediğim herkes bu senin görevin diyerek başkasına yüklememeli çözümü, herkes tekil olarak ister boyacı olsun ister aşçı ister doktor herkes ama herkes ‘bu benim sorunum’ diyebilmeli. Herkes birden bahçıvan olmalı ki her yerdeki güller kokusuyla görüntüsüyle muhteşem olarak yetişebilsin. Kitaptan bir alıntı daha vermek istiyorum;
‘Köye gitmek insanı korkutuyor. Vaziyet tüm insanlık, toplum ve sözde kültür adına utanç verici. Düşünüyorum da uzaklarda ve yükseklerde tiyatrolar konserler ressamlar ve yazarlar, parlementolar ve akademiler var, burada ise milyonlarca insan için cehennemden başka bir şey yok’
Benciliz değil mi? Ne zaman oturup cahil dediğimiz eğitimsiz insanlara bir şeyler öğretmeye çalıştık? Ne zaman insanları önemsedik toplum olarak çözüm ürettik? Ne zaman kendi vaktimizden kendi menfatimizden feragat ettik?
Bir doktorun notuna yer verilmişti kitapta
‘Devlet büyük bir ailedir Halk kitleleri ise sizin küçük kardeşlerinizdir. Onların kötü yaşam biçimleri toplumun üst sınıflarının utancı ve cinayetidir’
Daha nasıl anlatılabilir ki? Ben kitaba çok kötü durumda olan Finlandiya’nın yükselişi olarak bakmıyorum, aksine yıllarca gelişmekte olan Türkiye’nin ayıbı olarak bakıyorum. Bunlar aslında hepimizin bildiği şeylerken üstelik 1928 de Türkçeye çevrilmesine 1930dan beri ulaşılabilen bir kaynak da varken önümüzde hala toplumumuz da geri kalmışlıklar söz konusu. Ülkenin bir bölümü 21yy’ı yaşarken bir diğer kısım hala insan olmanın ayrıcalığından yoksun. Bir çok sebebi olabilir bunların bir çok sıkıntımız olabilir maddi manevi ama Türkiye’nin başkentinde Ankara’da aralarında çok değil belki de 20 km olan 2 semt arasında yaşayan insanlar arasında büyük bir fark varsa buna hiçbir gerekçe gösterilemez bu ayıptır, ve en acısı bu hepimizin ayıbıdır..  

Bir köşede insanlar kokteyller için servet harcarken, hastanede ameliyat parası olmadığı için çocuklar ölüyor mesela, bir tarafta dünden kalma olduğu için koca bir tencere yemek çöpe dökülürken diğer tarafta illa ülkemizde değil mesela Afrika’da bir damla su bulamadığı için, yiyecek kuru bir ekmek parçası dahi olmadığı için çocuklar ölüyor. Kişiselleştirmeye gerek yok hangi dili konuşursak konuşalım hangi ırktan olursak olalım hangi dine inanıyorsak inanalım bu dünya hepimizin. Evren hepimizin evi ve biz ne kadar bencil olursak o kadar çok kaybedeceğiz.
Görünürde kazanıyor olsak da farkında olmadan insanlığımızı kaybediyoruz.  Kendi çıkarlarımıza yöneldikçe çevremizi göz ardı ettikçe değil toplumu kurtarmak ne yazık ki insanlığımızı dahi kurtaramaz hale geleceğiz.
Tüm ülkeleri, tüm insanlığı kapsayacak bir alıntıyla analizime son vermek istiyorum  1800lü yıllardan beri gene haklılığını koruyan ve bundan sonra buna ihtiyaç duymamayı dilediğim bir söz;
‘Artık parti kavgalarıyla kişisel sorunlarla ilgilenmek yerine halkın sağlığının korunmasıyla ilgilenmek gerekiyordu’                                                      E.Ç