21 Ekim 2013 Pazartesi

Beyaz Zambaklar Ülkesinde'ye kısacık eleştirim..

                                                            

     …sen Tanrı olmadığın gibi Tanrı’da sen değildir.                                             
                      Tanrı’nın ve senin savaşma tarzı, hedefleri,duyguları aynı değildir..

Mene Tekel Peres’ diyerek karşılıyor beni Petrov. Özellikle vurguluyor ‘Düşüncesiz Olmayın!’ diyerek, kitap bir solukta bitecek ama sen sürekli düşüneceksin diye ikaz ediyor beni. Öylesine bir anlatıma sahip ki o kadar çok bilgiyi nasıl bir anda yükleyebildim zihnime bende anlamış değilim. Kah üzüldüm, kah umutlandım, kah lanet ettim ama bir kez daha öğrendim her satırda durup bir kez daha düşündüm. Haklıydı Petrov düşüncesiz olamazdım. Ben insanım yaratılmış her canlıdan daha üstünüm düşünmek benim işim, bana özgü bunu değerlendirmeliyim. Ve bir kez daha teşekkürler Petrov unuttuğumuz değerleri bizlere hatırlattığın için.

İncelediğimiz kitap ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’. Sizlere analiz ettiğim birkaç notu aktarmak istiyorum. Kitabı bitirdiğimde ki düşüncelerimi, okurken ki hislerimi ve altını çizdiğim notlarımı.. Mene Tekel Peres.. Öylesine bir hisle başlattı ki bu söz beni kitaba merakla çevirdim her sayfasını çevirdikçe bir şeyler takıldı aklıma mesela, Snelman’ın bir sözü ki 1800lü yıllarda söylemiş olmasına rağmen hala doğruluğunu kanıtlayabiliyoruz ; Aydın olmak modaya uygun elbiseler giymek yada kolalı ve modern şapka takmak değildir. Ne kadar da haklı, 19ncu yüzyılda söylenmiş bir sözü 21yüzyılda da sizlere sunabilirim. Hani derler ya sonradan görme diye bizde birazda onları anımsattı bana, toplumumuzda kendine alakasız bir kartvizit oluşturmuş , bilgisi sadece kendine yetecek insanlar fazlasıyla mevcut ama çevrelerinden birazcık uzaklaşsak belki de bir apartman ötelerine yada bir mahalle gerisine gitsek seviye fazlasıyla değişiktir. Peki mum dediğin çevresine ışık saçmaz mı?
Eğer ortada bir yanlış varsa kökene inmemiz gerekir. Hele ki bu kitabı inceliyorsak çok kapsamlı bakmamız her ayrıntıyı incelemeliyiz. Çünkü burada toplumu ele alıyoruz, o halde toplumu bir çiçek gibi incelemeliyiz, önce tohuma sonra fidana sonra yapraklara sonra dikenine en nihayetinde çiçeğine bakmalıyız..
Aile diyor Snelman, Aile en büyük problem Finlandiya’da. Aslında sadece orada değil her toplumda aile en büyük problem çünkü toplumumuz çiçekse, ailemizde tohum bu durumda..
Hemen hemen her toplumda büyük kitleyi çocuklar-gençler oluşturuyor ve toplumda şikayetlerini onların üzerinden sürdürüyor. Hapislerde ki çocuklardan, hırsızlık yaptı, onu öldürdü, eroin kullandı diye gidiyor hayıflanmalar.. Peki nasıl açıklamalı bu durumu? Snelman’ın açıklamasını direk aktarmak istiyorum;


‘Anne-babalar çocuklariyla hiç ilgilenmezler. Ara sira onlara sekerleme ve oyuncak almaktan öteye bir is yapmazlar. Bu durum karsisinda çocugun akli, fikri, ruhu islenmemis bir tarla gibi kalir. Buraya yararli hiçbir sey ekilmis olmaz. Anne-babalar çocuklara “yalan söyleme,yaramazlik yapma,bu hareket kötüdür, nefret uyandirir, günahtir,” gibi nasihatlerde bulunurlar, ama nasihatleri veren kisiler birbirlerini aldatirlar. Onlarin yaninda öyle davraniniz ki sizin meziyetlerinizi bizzat görerek sizi sevmeye baslasinlar’

Gençleri suçlarlar her zaman, dikkat edin anne babalara yada topluma hep bir şikayet söz konusu, peki düşünülüyor mu gençleri böyle yapan nedir, onları yanlışa iten nedir? Sanırım Snelman yukardaki alıntıda buna en güzel cevabı vermiştir.
Gerçektende kitabı okudukça her defasında ne kadar doğru diye tekrarladığımı fark ettim her bölümde bir pay çıkarttım günümüzden, ilgisiz anne-baba örneği o kadar çok ki çevremde. Hatta sizde hak vereceksiniz bana; Annelerin çoğu ev hanımı çocuk henüz bebekken bile (1-2 yaş) çocuğuyla ilgilenmek yerine ona bir şeyler öğretmek yerine önüne oyuncakları döküp hemen boş kutuya (televizyona) yöneliyor. Aslında şu sıralar gelişen teknolojimizle daha çok bilgisayarlara yöneliyorlar. Snelman’da buna benzer açıklamalar yapmıştı ama ben kitaptan alıntıya değil kendi gözlemlerime yer vermek istiyorum. Bilinçsizce yapılan evlilikler henüz kendisi yetkinliğe erişememiş insanların evliliğinden doğan bebekler de bilinçsizce yetiştiriliyor. Bu tür ailelerin olduğu toplumda bozukluklar olması şaşırtıcı olmasa gerek..


Kitapta özellikle bir nokta var ki şikayet eden ailelere verilecek en güzel cevap
‘ Ya sizler en başında onların (çocukların) kanatlarını kırdıysanız?’

Kitap genel olarak bu şekilde açıklayarak gayet iyi bir şekilde aksayan yönleri nasıl çözümleyebiliriz’e cevap veriyor. Geçim sıkıntısı çekilen, eğitim seviyesi düşük, yaşam kalitesi kötü olan toplumlar nasıl kalkındırılmalı, yada dediğim gibi aksak yönler nasıl giderilmeli tüm detaylarıyla anlatılmış. Benim ilgimi çeken bir önemli kısımda Karokep’le tanıştığım bölüm oldu. Dışarıdan baktığımızda insanları yargılamak ne kadar kolay değil mi? Bir hırsız görsek ona öfkemizi kusarız, yada bir katile lanetler yağdırırız. Tabi ki hiçbir gerekçe onların kötü olmasını gerektirmez ama belki bazı gerekçeler bizim onları anlayabilmemize yardımcı olabilir. Bunu bir kez daha gördüm Johan Karokep’in hikayesini okuduğumda. Detaylara girmeden bir kısmı aktaracağım etkilendiğim;
Sizi öldürmek istiyordum şimdi söyleyin bana Hıristiyan papaz kendi katiline ne yapar?
Öylesine anlamlar var ki aslında bu bölümde keşke hepsini aktarabilsem ama kısaca değinirsem toplumca katil, hırsız,kötü olarak bilinen Johan’ın yüreğini görebiliyoruz bu bölümde. Yoksa hangi kötü insan öldürmek istediği insana bu soruyu sorabilir? Söyler misiniz kim isteyerek kötü olmayı seçer? Kim kötü olmak ister? Hepimiz bir’iz oysa ki siz ister misiniz? Ben neden isteyeyim ki, o neden istesin ki? İşte tüm bunları düşünüyoruz ve bir kez daha iyi olmanın sonuçlarını tartıyoruz ister istemez. Bir an kitabın içine girip o papazın boynuna sarılmak isterken buldum kendimi ne yalan söyleyeyim, böylesine merhamet dolu olsa herkes bir toplulukta nasıl kötü olabilir ki? Bu güzel yürek olsa her yerde kötüden nasıl söz edilebilir ki..
Johan’ın olduğu bölümde bir şeye daha değinmek isterim, gezici kütüphanelerden bahsediyor Petrov burada hemen aklıma ‘
Eşekli Kütüphaneci Mustafa Dede’ geldi.Bilmem bilir misiniz kendisini.. 1943 yılında kütüphane de memur olarak çalışan ve Eşeğiyle köy köy gezerek insanları okumaya teşvik etmiş güzel insanlarımızdan birisidir. Burada her iki örneğe de baktığımda hatta kitabı tamamen bitirdiğimde de tek bir ortak nokta çıkartıyorum çözüm olarak; Merak..
İnsanlarımız merak etmiyor, içlerinde bir öğrenme sevgisi yok. Gerek Finlandiya da olsun gerekse bizim ülkemizde. Bir toplumun kültür seviyesini yada yaşam standardını belirleyen şey eğitim durumu yani aldığı diplomalar değildir bana göre, merakı öğrenme isteğidir. Bir toplumda ne kadar çok insan merak ederse ne kadar çok insan öğrenme isteğiyle doluysa o kadar ilerler o kadar seviyesini yükseltebilir. İlk verdiğim örneği düşünürsek ben dünyanın en iyi sosyoloğu da olsam içimde bir merak yoksa, çevreme bilgi veremiyorsam aktaramıyorsam çevremde beni bilgi almak için alıkoyan insanlar yoksa ne faydası olur ki en iyi olmamın. İşte tüm bunları o kadar güzel anlatmış ki Petrov, her sayfasında düşünüyor insan acaba ben ne yapabilirim diye, ben küçücük bir cevap buldum bile kendime. Yetinmemeliyim, insan bilgi okyanusunda bir damla su buldum diye nasıl yetinebilir, akıl almaz bir şey bu. Evren keşfedilmek için duruyor işte, ve önümüzde bir hayat var nasıl bundan habersiz kalıp sadece ihtiyaçlarımızı karşılayarak devam edebiliriz ki hayata çok garip. Bunu anlatmalıyız bizde çevremize, en profesyonellere bile ben en iyi sosyolog olsam ve hala toplumumda aksaklıklar söz konusuyla bununla övünemem bile, koca bir safsatadan başka bir şey olmaz yaptığım. En iyiyim ama toplumun aksak yanlarından bana ne? Ben kendi işime bakarım? Bu mu yani? Böyle mi devam etmeliyiz? Eğer böyle devam edersek sonumuz ne yazık ki pek parlak olamaz. Daima en ileriye gitmeli ve yanımızda da başka beyinleri götürmeliyiz, aynı şekilde başka yerleri de merak edip başka beyinlerin bizi götürmesini istemeliyiz bunun için çabalamalıyız.

‘Milyonlarca halk hayvan gibi yaşıyor.. Kirli ve pasaklılar, aptallar. Tek düşünceleri var ; o da midelerini doldurmak…’
Bir bakın ülkemize tanıdık yüzler görmüyor musunuz zihninizde? Çok uzaklara gitmemize gerek bile yok Ankara da hemen ilerimizde Ankara kalesinin etrafına bir göz atın, üstü başı kir pas içinde çocuklar, yırtık kazaklarla gezen ayağında terlikle kadınlar göbeği dışına sarkmış atletli kirli yüzlü adamlar göremez misiniz? Bu kadın ve adam aptal olabilir mi? Hani belki doğuştan bir zihin hastalığı vardır? Elbette bu da olabilir, ama hepimiz biliyoruz ki çok sağlıklıları da var içlerinde peki ya durumları neden öyle? Neden kendilerine çeki düzen vermiyorlar? Yanlarında yetişen çocuklar birkaç yıl sonra bu toplumun parçası olmayacaklar mı? Şuan sadece kadın ve adam bile toplumun bir parçasıyken toplumu dibe doğru çekerken birde çocukları eklenecek peki buna nasıl izin verebiliyoruz? Sadece bahsettiğim yerde değil ne yazık ki ülkemizin hemen hemen her köşesinde bu ve daha kötü durumda aileler görebiliriz. Peki söyler misiniz nasıl içimiz rahat uyuduk bunca zaman, bundan sonrada uyuyacağız en fazla 1 hafta daha aklımızda olacak bu tür insanlar sonra geri eski yaşamımıza döneceğiz.
 İşte bu yüzden kızıyor Snelman hem kendi halkına hemde okuyan tüm insanlara
‘Ülkede ne kadar cahil, tembel, katil, hırsız var bir sayın. Çocukluk ve gençlik yıllarında doğru eğitilselerdi çoğu vatanına faydalı insanlar olurdu’ diyor.
Siz alınmıyor musunuz üzerinize ben okudukça her satırı daha çok kızarıyorum suçluluk duygusuyla, sadece bu kitabı okuduğum andan itibaren olan bir şey değil bu.
2010 yılından bu yana yaşadığım bir şey aslında. Tanıdığım o kadar çok insan var ki kötü olmak istemeyen ve bataklıktan çıkmak için çırpınan ama ellerinden tutan kimse yok. Tam tersine onları yargılayan damgalayan insanlar çok daha fazla. Böyle bir toplumda kötünün yok olmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Evet eğitim alıyoruz ve bizler toplumun aksayan yönlerini bulup onarmalıyız, peki bu sadece bizimle olabilir bir şey mi? Eğer sadece bizimle olsaydı bizden öncekiler çoktan halledemez miydi? Tabi ki halledebilirlerdi kitapta her bölümde parça parça sorunları görüyoruz ve hepsinin altında öznellik yatıyor, yani herkes aslında tek başına hareket etmeli yani demek istediğim herkes bu senin görevin diyerek başkasına yüklememeli çözümü, herkes tekil olarak ister boyacı olsun ister aşçı ister doktor herkes ama herkes ‘bu benim sorunum’ diyebilmeli. Herkes birden bahçıvan olmalı ki her yerdeki güller kokusuyla görüntüsüyle muhteşem olarak yetişebilsin. Kitaptan bir alıntı daha vermek istiyorum;
‘Köye gitmek insanı korkutuyor. Vaziyet tüm insanlık, toplum ve sözde kültür adına utanç verici. Düşünüyorum da uzaklarda ve yükseklerde tiyatrolar konserler ressamlar ve yazarlar, parlementolar ve akademiler var, burada ise milyonlarca insan için cehennemden başka bir şey yok’
Benciliz değil mi? Ne zaman oturup cahil dediğimiz eğitimsiz insanlara bir şeyler öğretmeye çalıştık? Ne zaman insanları önemsedik toplum olarak çözüm ürettik? Ne zaman kendi vaktimizden kendi menfatimizden feragat ettik?
Bir doktorun notuna yer verilmişti kitapta
‘Devlet büyük bir ailedir Halk kitleleri ise sizin küçük kardeşlerinizdir. Onların kötü yaşam biçimleri toplumun üst sınıflarının utancı ve cinayetidir’
Daha nasıl anlatılabilir ki? Ben kitaba çok kötü durumda olan Finlandiya’nın yükselişi olarak bakmıyorum, aksine yıllarca gelişmekte olan Türkiye’nin ayıbı olarak bakıyorum. Bunlar aslında hepimizin bildiği şeylerken üstelik 1928 de Türkçeye çevrilmesine 1930dan beri ulaşılabilen bir kaynak da varken önümüzde hala toplumumuz da geri kalmışlıklar söz konusu. Ülkenin bir bölümü 21yy’ı yaşarken bir diğer kısım hala insan olmanın ayrıcalığından yoksun. Bir çok sebebi olabilir bunların bir çok sıkıntımız olabilir maddi manevi ama Türkiye’nin başkentinde Ankara’da aralarında çok değil belki de 20 km olan 2 semt arasında yaşayan insanlar arasında büyük bir fark varsa buna hiçbir gerekçe gösterilemez bu ayıptır, ve en acısı bu hepimizin ayıbıdır..  

Bir köşede insanlar kokteyller için servet harcarken, hastanede ameliyat parası olmadığı için çocuklar ölüyor mesela, bir tarafta dünden kalma olduğu için koca bir tencere yemek çöpe dökülürken diğer tarafta illa ülkemizde değil mesela Afrika’da bir damla su bulamadığı için, yiyecek kuru bir ekmek parçası dahi olmadığı için çocuklar ölüyor. Kişiselleştirmeye gerek yok hangi dili konuşursak konuşalım hangi ırktan olursak olalım hangi dine inanıyorsak inanalım bu dünya hepimizin. Evren hepimizin evi ve biz ne kadar bencil olursak o kadar çok kaybedeceğiz.
Görünürde kazanıyor olsak da farkında olmadan insanlığımızı kaybediyoruz.  Kendi çıkarlarımıza yöneldikçe çevremizi göz ardı ettikçe değil toplumu kurtarmak ne yazık ki insanlığımızı dahi kurtaramaz hale geleceğiz.
Tüm ülkeleri, tüm insanlığı kapsayacak bir alıntıyla analizime son vermek istiyorum  1800lü yıllardan beri gene haklılığını koruyan ve bundan sonra buna ihtiyaç duymamayı dilediğim bir söz;
‘Artık parti kavgalarıyla kişisel sorunlarla ilgilenmek yerine halkın sağlığının korunmasıyla ilgilenmek gerekiyordu’                                                      E.Ç



                               

2 yorum:

  1. Petrov'un Snellman ile ilgili anlattıklarının önemli bir kısmı hoş bir kurgudur. Bu kitabı yazdığında Finlandiya'yı en son 20 küsür yıl önce görmüştü. O nedenle hafızasının yanılttığı bir çok nokta var. Mesela Snellman 1806 doğumlu ama onu 1826 yılında parlamentonun açılışında hazır bulunduruyor. Snellman'ın düşünceleriyle kendi düşüncelerinden bir kokteyl sunmuş bize. Ama gene de okunası bir kitap.

    YanıtlaSil
  2. Petrov kendi düşünsel dünyasını snelman üzerinden kurguluyor. hemem hemen her şey petrova ait ama snelmanın üzerinden satılıyor. tarihsel gerçeklere uymuyor çoğu yerinde, örneğin snelman öldükten 20 yıl sonra finlandiyaya gelen futbolla ilgili şahsi düşüncelerini daha yetkili bir ağızdan duyurmaya çalışıyor yazar. bir nevi hadis kitabı gibi, ben demedim peygamber söyledi minvalinde. günümüz facebook paylaşımlarını andırıyor, gaza geitiriyor ama doğru değil..

    YanıtlaSil